“AKADEMİ-MEDRESE BULUŞMALARI” Çalıştayı Başladı

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

AKADEMİ-MEDRESE BULUŞMALARI “Teoriden Pratiğe Karşılaşmalar Çalıştayı”başladı

Mardin’de Tarihi Bir Buluşma Gerçekleşiyor. 8-9 Ekim tarihlerinde Cumartesi ve Pazar günlerinde Mardin’de ülke genelinden akademisyen ve medrese âlimlerinin katılımıyla gerçekleştirilecek olan AKADEMİ-MEDRESE BULUŞMALARI “Teoriden Pratiğe Karşılaşmalar Çalıştayının ilk gün proğramı yapılan sunum ve açış konuşmaları ile başladı.

Mardin Artuklu Üniversitesi ev sahipliğinde Rektörlük binasında gerçekleştirilen AKADEMİ-MEDRESE BULUŞMALARI “Teoriden Pratiğe Karşılaşmalar Çalıştayının açılışında düzenleme kurulu başkanı Mardin Artuklu Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Fikret Özçelik bilgilendirme konuşmasını yaptığı çalıştayın Açış Konuşmalarını Kadim Akademi, Uluslararası Müslüman Âlimler Dayanışma Derneği (UMAD), Medrese Alimleri Vakfı (MEDAV) ve Cihannüma Başkanları yaptı.

Çalıştayın açılışı törenine; Vali Mahmut Demirtaş, Artuklu Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. İbrahim Özcoşar, Artuklu Belediyesi Başkan Vekili Hasan Anuk, İl Müftüsü Ali Hayri Çelik, DİKA Genel Sekreteri Ahmet Alanlı, siyasi parti ve STK temsilcileri, akademisyen ile medrese alimleri katıldı.

AKADEMİ-MEDRESE BULUŞMALARI “Teoriden Pratiğe Karşılaşmalar Çalıştayında Selamlama Konuşmasını yapan Mardin Valisi Mahmut Demirtaş konuşmasında çalıştaya ev sahipliği yapılmasından, yurdun dört bir yanından din bilimleri alanlarında öne çıkmış akademisyenler ile toplumun teveccüh gösterdiği din adamlarını dinlerin, dillerin ve kültürlerin kesişim noktası Mardin’de misafir etmekten büyük mutluluk ve onur duyduğunu dile getirdi.

Milletlerin tarihinde o milletin kaderini baştan ayağa etkileyen önemli dönüm noktaları bulunduğunu belirten Vali Demirtaş, “Milletimizin yönünü ve istikametini etkileyen en önemli hadiselerden biri ve belki de en önemlisi İslam’la müşerref olmasıdır. Bu durum öylesine mühim ve ehemmiyetlidir ki ilk andan bugüne, bu milletin her bir ferdinin kimliğini ve kişiliğini belirlemektedir. Kimliğimize, kişiliğimize, hatta genlerimize kadar sirayet eden bu duyarlılık sayesinde yedi iklim, üç kıtada İslam’ın gür sedası olmayı başardık. Altı asır at sürdüğümüz coğrafyalarda hakkın ve hakikatin teminatı olduk. O sebeple bizler kendi din, kültür ve medeniyet kodlarımızı iyi anlamak mecburiyetindeyiz.  İşte bugün burada gerçekleştirdiğimiz Akademi-Medrese Buluşmaları Çalıştayı ayağa kalkmanın, kendimizi tanımanın ve farkına varmanın önemli bir parçası olacaktır.” dedi.

Medrese ve akademinin birbirine rakip değil, paydaş olduğu kanaatinin tüm kesimlerce kabul edilmesi gerektiğini söyleyen Vali Demirtaş,  şu ifadeleri kullandı:

“Kim ki bunların rakip olduğu iddiasıyla ortaya çıkıyorsa biliniz ki o, ne bu dinin ne de bu güzide milletin yanında duran biri değildir. Unutmayınız, Müslüman; akıllı, ufku ve idraki geniş, dünyayı iyi okuyan kişidir. O sebeple yüce dinimiz İslam’ı kendi şahsi emelleri için kullanmaya kalkışanlara karşı da uyanık olmak durumundayız. Din ve bu millete hizmet kisvesi altında dünden bugüne illegal yapılardan milletimiz çok çekti. Milletimiz bunun en son ve acı örneğini FETÖ terör örgütüyle ve 15 Temmuz hain darbe girişimiyle en ağır bir biçimde yaşadı. Hamdolsun ki kırk yıl devletimize ve milletimize sirayet eden sinsi yapı Rabbimizin yardımı ve milletimizin cesaretiyle en ağır cevabı aldı. İşte benzer durumları bir daha tecrübe etmemek için dinimizin ehil kişi ve kurumlar aracılığıyla insanımıza en güzel şekliyle anlatılması, öğretilmesi büyük önem taşıyor. Medreseye de akademiye de bu hususta büyük görev düşüyor. İnanıyorum ki bu görevi, medrese ve akademi el ele vererek layıkıyla yerine getirecek ve dini menfaatlerine alet edenlerin kurduğu oyunları da bozacaklardır. Bu işbirliği sayesinde milletimiz yeniden şanlı tarihindeki başarılara yenilerini ekleyecek, kıyamete dek bu topraklarda birlik, beraberlik içerisinde var olmaya devam edecektir.”

2 Gün sürecek AKADEMİ-MEDRESE BULUŞMALARI “Teoriden Pratiğe Karşılaşmalar Çalıştayının Açış Konferansını da Mardin Artuklu Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. İbrahim Özcoşar yaptı.

Rektör Özcoşar konuşmasında şunları söyledi; Akademi ve Medreseyi bir arada konuşmanın, değerlendirmenin oldukça zevkli bir yönü olması yanında kendi içinde bazı zorlukları da var. Hem akademinin hem de medresenin tartışılabileceği düşünsel ve kurumsal katmanlar oldukça zengin. Akademi ve medrese hakkında konuşmak iç içe geçmiş farklı katmanlardan oluşan süreçler, mecralar, kavramlardan bahsetmeyi ve daha da önemlisi bunları mantıklı ve tutarlı bir şekilde karşılaştırabilmeyi gerektiriyor. Bir dikotomi sarmalına düşmeden akademi ve medreseyi değerlendirmek öncelikle ikisinin de farklı şekillerde ürettiği rasyonel ve duygusal habitustan sıyrılabilmeyi zorunlu kılıyor. Bunlara birazdan döneceğim ama öncelikle akademi-medrese buluşmalarının bizim açımızdan kısa bir tarihçesinden ve bu buluşmaları yapma gerekçelerimizden bahsetmek istiyorum.

2010 yılında zihin dünyamızı şekillendiren ve bizi özgün kılan coğrafyaya karşı, vefa borcunu ödemek isteyen bir grup akademisyen olarak bilimsel çalışmalarımızı özgürce yapabilmek adına sivil bir akademik yapı olarak Kadim Akademi’yi kurduk.  Özellikle bölgede yaşayanların farklı programlar vesilesiyle yakından tanıdığı Kadim Akademinin ilk çalışmalarından biri Akademi-Medrese Buluşmalarıydı.  Farklı kesimlerden farklı tepkiler alan Akademi-Medrese Buluşmalarının en azından yakın tarihimiz açısından birbirine temkinli hatta çoğu zaman olumsuz yaklaşan iki ekolün iyi niyet zemininde ilk karşılaşmaları olduğunu düşünüyoruz. Bu çalışmalarımız, akademik camiada ilkin tamamen pozitivist akademisyen refleksi olarak algılandı. Şöyle düşünüldü; bazı akademisyenler kendilerine çalışma alanı olarak medreseyi belirledi ve buna yönelik ampirik veriler toplayacakları bazı çalışmalar yürütüyorlar. Ki biz bu çalışmalarda belli periyotlarla bölgenin belli başlı müderrislerini-seydalarını davet ediyor, geniş bir akademik grup olarak onları dinliyor ve bazı sorular soruyorduk. Dışardan çıplak bir akademisyen gözüyle bakıldığından bu çalışma sıradan bir akademik veri toplama metoduydu. Yani bu çalışmalar,  medreseyi ve müderrisleri bir akademik nesne olarak önümüze alıp incelediğimiz ve bunun sonucunda elde ettiğimiz verileri bir yayına dönüştürerek bilimsel bir çıktı elde edebileceğimiz bir faaliyetmiş gibi görünüyordu. Ama sıradan bir akademik yaklaşımla yapılan bu değerlendirmeler büyük bir yanılgı içindeydi. Ne 2010’da yaptığımız çalışmaları ne de bugün yaptığımız çalışmayı akademik bir kaygı veya beklenti ile yapmıyoruz. Elbette ki birazdan anlatacağım gibi bu çalışmaların akademik dünya üzerinde bir etkisi olsun istiyoruz ama bu çalışmalar sonrasında akademik yayın   elde etme gibi bir amacımız yok.  Medreseyi bir akademik nesne olarak da görmüyoruz. Aksine biz medreseyi etkili bir özne kılarak akademiye taşımamız gereken bir ruhun temsilcisi olarak görüyoruz. Kısacası geniş akademik çevrelerden eleştirilere maruz kalsak da modern/postmodern akademik beklentilerin çok daha ötesinde çok daha yüce bir gayeye ram olarak yaptığımız bir faaliyet akademi-medrese buluşmaları.  Peki bundan 12 yıl önce oldukça genç ve küçük bir ekip olarak akademi medrese çerçevesinde bir arayışa girişme sebeplerimiz nelerdi? Öncelikle bu çalışmaları yapan akademisyenler olarak önemli bir kısmımız bir şekilde medreseyle ilgili bir geçmişe sahiptik.  Bir kısmımız medrese okumuştu, benim gibi bir kısmımız da medrese okumasak bile dizlerinin dibine oturup uzun yıllar nasihatleriyle kişilik kazandığımız Seydalardan ilham almıştık. Sadece Mardin’de değil yeni kurulan birçok bölge üniversitesinde belki de ilk kez medreseye karşı hüsn-zannı olan akademik gruplar oluşmaya başlamıştı. Dolayısıyla medreseyi tahkir eden hatta tahrip edilmesi gereken bir ortaçağ kurumu olarak değerlendiren ön yargılı bir akademinin içinde hem medreseyi hem de akademiyi tanıyan yeni bir akademik nesil ortaya çıkmıştı.  Takdir edersiniz ki bu atmosferin oluşmasında 28 Şubat sürecinin ardından toplumsal sağduyunun galebe gelmesi sonrasında yaşanan iktidar değişimi ve bu değişimin oluşturduğu özgürlük ikliminin başat etkisi vardı.

Bu iklimde, bölge üniversitelerinin de medreseyle ilgili farklı çalışmaları oldu. Bingöl ve Muş üniversitelerinde 2012 ve 2013 yıllarında konuya dair uluslararası düzeyde sempozyumlar yapıldı. Yine medreseye dair, oryantalist yaklaşımları aşan önemli YL ve doktora tezleri yazıldı. Medrese geleneğinde yetişmiş ve bir kısmı akademisyen de olan önemli isimlerce anılar-hatıralar yayınlandı. İlahiyat fakülteleri yoğunlukta olmak üzere medrese kökenli akademisyenler üniversitelerde geçmişe oranla çok daha fazla yer almaya başladı.

Akademi-Medrese buluşmaları sadece bir kısım akademisyenin medreseyle olan geçmişlerinin oluşturduğu romantizme ya da politik olarak bu tür çalışmalara alan açılmış olmasına dayanmıyordu. En az bunlar kadar hatta bunlardan daha etkili olarak modern akademinin bize sunduklarının tatminsizliği de vardı. Modern üniversitelerin bize dayattığı akademik formasyona da itiraz ediyorduk. Kendini, üniversite denen tekno-bürokratik bir yanıyla da tekno-politik yapının sahibi olarak gören ve bilim üretme hakkını bütün yönleriyle üniversite aracılığıyla temellük etmiş, belki de işgal daha doğru bir ifadedir,  bir dünyaya itiraz ediyorduk. Hem geçmişi hem de termonolojisi itibariyle tamamen batılı bir karaktere sahip akademi dünyasında “Doğulu ve Müslüman” kimliğimizle varlığımızı sorgular hale gelmiştik. Kısacası akademiyle ilgili neyi tartışırsak tartışalım, sadece teorik anlamda söylemiyorum, kampüs yaşamından ders verme şekillerine, hoca-öğrenci ilişkilerine kadar geniş bir çerçevede tartıştığımız her şey bizden çok batıyla ilgili ve ilişkiliydi. Kullandığımız kavramların nerdeyse tamamı başka dünyaların kavramıydı. Hem bilimsel hem de kurumsal olarak kullandığımız terminoloji bize o kadar yabancıydı ki, bu kavramlarla kurduğumuz bütün cümleler bizden çok bu kavramları icad eden dünyaya hizmet ediyordu. Mesela en çok Ortadoğu ve Ortadoğulu kavramlarına itiraz. Veya daha basit söyleyeyim rektör kavramı…

Bundan daha önemli olarak itiraz ettiğimiz bir diğer husus modern bilimin aklı tanrılaştırması  ve tanrıcılık oyunuydu. Rasyonel aklın tahakkümüyle yönlendirilen bu oyuna göre modern bilim her alanda hakikatin nihai ölçüsüydü.  Modern bilim, modern insanın rasyonel aklın bilgisiyle varlığa hükmedebileceği yanılgısını yaşıyordu. Bu yanılgı bilim dünyasına itiraz edilemeyecek bir hakikat olarak dayatılıyordu. Bilimin ve teknolojinin doğum ve ölüme müdahale kapasitesi bu konuda kibre kapılmalarında çok büyük bir etkiye sahipti.   Modern bilim, sınırlarını bilmediği bir epistemik donanımı sayesinde, yani akıl sayesinde kendini varlığın sahibi görme yanılgısına düşmüş sonrasında ise bir tanrılaşma eğilimine girmişti.

Modern bilimin bu tanrılaşma eğilimi karşısında dindar akademisyenler olarak bir itiraz geliştiriyorduk.   Akıl bütün kifayetsizliğine karşın kendi sınırlarına bilmeye yetecek bir kapasiteye sahipti. Kısaca sadece akıl kullanılarak, aklın kendisini tanrı olmadığını anlamaya yetecek bir donanıma sahipti insanoğlu. Dolayısıyla akademinin, bilimin geldiği noktada tanrıcılık oyunu bir akıl meselesi değil bir nefis meselesiydi.  Nefis sadece akılla terbiye edilemezdi. Tam da burada aslında nefsi alt etmeye yönelik kendi geleneğimize döndüğümüzde karşımıza çıkan kavram “ahlak”tı. Ve biz ahlaktan yoksun bir modern bilim anlayışının karşısına medreseden ilham alarak bilginin; ilim, irfan, hikmet denkleminde yeniden üretildiği ahlak merkezli bir anlayışı yerleştirmek istiyorduk. 

Ayrıca modern bilimin hikâyesi; bugün kullanılan ve önem atfedilen, akademisyenleri heyecanlandıran birçok kavramın kısa sürede nasıl tüketildiğini gözler önüne sermişti. Bugün hakikat olarak sunulan bir şey ertesi gün tamamen reddedilebiliyordu. Bu da bize tüm teori, kavramsallaştırma ve araştırmaların bir araç olmanın ötesinde anlam ifade etmediğini ve akademisyenlerin-akademinin bunların ötesinde bir gayeye ram olmaları gerektiğini gösteriyordu. Yine insana ve doğaya yaptıklarına dair genel bir değerlendirme modern bilimin karanlık ve endişe uyandıran bir yönü olduğunu ortaya koyuyordu. Kısacası biz, bizi Allah’a yaklaştırmayan ve insanlara faydalı olmayan bütün bilme türlerine karşı alternatifler arıyorduk.

Tüm bu tespitler sonrası giriştiğimiz arayışta ilk yöneldiğimiz alanlardan biri medrese oldu.    Medreseyi, İslam medeniyetimizin ilim geleneği ile özdeşleştirerek modern bilime karşı bize şevk, heyecan verecek kendi ilim geleneğimizin tevarüsünde katkı sağlayacak bir bilimsel çeşitlilik kaynağı olarak gördük. Son birkaç yüzyıldır yaşadığı tüm krizlere rağmen medreseyi bizler için bir seçenek haline getiren başlıca sebebi Osmanlı’nın çöküş süreciyle başlayan yeniden İslamlaşma taleplerinin akademik camiadaki yansıması olarak okumak mümkün. Biraz önce modern bilime ve akademiye yaptığım bütün eleştiriler İslami veya İslamcı reflekslerle yapılmış eleştirilerdi. Biz, bu eleştirilerle akademide ve bilimde bir İslamlaşma talebimizi dile getiriyoruz.  Medresenin İslam bilim geleneğinin sembol kurumu olması İslamlaşma taleplerinin gerçekleşmesinde Akademi-medrese karşılaşmasını önemli bir seçenek haline getiriyor. Bu karşılaşmadan nasıl bir sonuç elde edeceğimiz konusu oldukça tartışmalı olsa da hatta İslami kesimin bir kısmı dahil geniş kesimlerce meseleye duygusal yaklaştığımız ve bir sonuç elde edemeyeceğimiz eleştirilerine muhatap olsak da akademi-medrese buluşmalarına ısrarla devam etme kararlılığındayız.

Bununla birlikte bizim modern bilime yaptığımız en önemli eleştirilerden biri de emperyal bir sömürü aracına dönüşmüş olmasıydı. Biz modern bilime karşı anti-emperyal bir tutum sergilerken, medrese geleneği bu coğrafyaya yönelik sömürgeci girişimlere karşı daha baştan beri mücadeleci bir tavır sergileyerek hep anti-emperyal bir tutum sergilemişti. Milli mücadelenin en önemli destekçisi ve başat aktörlerinden biri medreselerdi. Arvasilerin Ruslarla, Berzencilerin İngilizler ile mücadelesi bunun örneği olarak verilebilir. Veya Libya’da bilindik bir isim Ömer Muhtar… 

Medrese, bu mücadeleci tutumunu Cumhuriyet kurulduktan sonra da bırakmadı. Cumhuriyet döneminde kendilerini bir var olma mücadelesi içinde bulmaları sonrasında yaşanan travma yeni bir medrese tutumu ortaya çıkardı.  Bu tutumu en genel haliyle bir direniş hali olarak tanımlamak mümkündür. Bu dönemde medrese şehirlerden çıkarak gözden ırak köylere çekilmek zorunda kaldı. Belli dönemlerdeki kısmi rahatlığa karşı genellikle illegal bir yer altı kurumu gibi çalışmak zorunda bırakıldı. Buna rağmen en azından bölgemizde olsa İslam Bilim geleneğinin olmasa bile toplumsal İslami yaşantının sürekliliğinde çok önemli bir rol üstlendiler. Hatta cumhuriyete geçiş sürecinde aniden ortadan kaldırılan ve toplumca benimsenmiş bazı İslami kamusal kurumların yerini aldılar.    

Tüm bu çizdiğim tabloyu özetleyecek olursam; akademi-medrese buluşmaları bir İslamlaşma çabasının ürünü olarak ortaya çıktı. Medrese bizim için akademik alanda İslamlaşmanın sembolüdür. Bunu söylediğimizde çok yoğun eleştiriler alıyoruz. Genellikle medresenin içinde bulunduğu kriz sebep gösterilerek bilimsel herhangi bir yaklaşımın medreseyi sembol olarak bile değerlendirmesinin doğru olmadığı ve bizim de gerçeklikten kopuk olduğumuz söyleniyor. Bu eleştiriler romantizim derecesinde duygusal olduğumuz şeklinde masum bir seviyeden başlayıp, iflah olmaz bağnazlar olduğumuz şeklindeki çok üst seviyelere kadar çıkıyor.  Gerçekten de böyle mi? Biz medresenin gerçekliğini idrakten uzak mıyız?  Tabiki hayır. Biz medresenin ne durumda olduğunu çok iyi biliyor ve medreseye karşı yapıcı bir eleştiri dili kuruyoruz. Bu çalışmaları da başlattığımızda medresenin ilmi yönünün çok uzun süredir büyük bir kriz içinde olduğunun farkındaydık.  Son 4 yüz yıldır medrese denince aslında ilmi bir krizden de bahsediyoruz. 17. Yy’da Katip Çelebi ne felsefiyat kaldı, ne Hidaye ne de Ekmel diyerek medresenin ilmi açıdan çöküşe başladığının sinyallerini vermişti.19. yüzyılın sonu ve 20. Yy başlarında ıslah-ı medaris olarak isimlendirilen bir dizi düzenleme de tam olarak medresedeki sorunların çok uzun süredir farkında olunduğunu gösteriyor.  Cumhuriyetle birlikte tek parti rejiminin uygulamalarıyla medresenin oldukça dar bir alanda ve kırsala hatta yer altına hapsolduğunu biraz önce söyledim. Bu süreç medresenin eğitim ve bilim krizini daha da derinleştirdi. Bu krizin derinleşmesinde medreseyi sorumlu tutan yaklaşımlara rağmen şartlar doğru okunduğunda medreselerin bu süreçte hayatta ve ayakta kalma çabalarıyla uğraşırken eğitim kalitesini akıllarını getirecek fırsatı bulmadıklarını söyleyebiliriz. Kısacası ilmi alanlarının daralmasına karşılık toplumsal işlevlerinin hayati bir önem taşıdığı bir süreçten geçti medreseler. Yani bir ilim üretme merkezi olarak değil, bir ruhu yaşatma merkezlerine dönüştüler. Ve biz de bugün bu ruhun peşindeyiz.

Kısacası medresenin bu ruhuyla modern bilimi ruhsuzluktan kurtarma, medreseye de yeni ilmi yaklaşım ve açılımlarla yeniden bilimsel bir derinlik kazandırma peşindeyiz. Bu çalışmanın başlığındaki iki kavrama dikkatlerinizi çekmek istiyorum: “Buluşma” ve “karşılaşma”. İki kavram da karşılıklı bir etkileşime gönderme yapıyor. Biz Akademi-Medrese buluşmalarını sadece taraflardan birinin değil ikisinin de etkili olduğu bir zemin olarak değerlendiriyoruz. Bu bağlamda medreselere dair bir eleştiri çerçevesi de çiziyoruz. Müsaadenizle bu çerçeveye geçmeden önce ilahiyat fakültelerine dair de oldukça genel bir değerlendirme yapmak istiyorum.

Cumhuriyetin ilk yıllarında, toplumun dini hassasiyetleri karşısında farklı dini eğitim ve bilim kurumları da devlet eliyle kurulmak zorunda kalındı. Bunların arasında akademi-medrese buluşmaları bağlamında en dikkat çekici olanı ilahiyat fakülteleri. İlk kez 1928’de  kurulan ilahiyat Fak. 1933 kapatıldı. Daha sonra 1949’da tekrar kuruldu.  Kurulurken oldukça laik bir yaklaşımla, İslam’ı hayat içinde çok dar alanlara sıkıştırmak gibi bir misyon yüklenen  İlahiyat fakülteleri zaman içinde kurucularının da beklemediği  bir noktaya evrildi.  İlahiyat Fakülteleri halen çok tartışılıyor olsa da kanaatimce büyük oranda İslam düşünce ve bilim geleneğinin modern yapılar içinde kendine has alanlar oluşturduğu kurumlara dönüştü.

Burada İlahiyat Fakültelerine neden değindiğimi de kısaca açıklamam gerekiyor. Genel algıda ilahiyatlar, geleneksel medresenin modern karşılıkları olarak görülüyorlar. Bu karşılaştırmayı doğru bulmadığımı, günümüz medresesinin ilmi açıdan içinde bulunduğu krize rağmen tarihteki misyonunu dikkate aldığımızda doğru karşılaştırmanın medrese-üniversite olarak yapılması gerektiğini düşünüyorum. İslam düşüncesini ve ahlak geleneğini sadece belli bilimlerle ilişkilendirip onlar dışındaki bilimlerle bağını koparma çabasının modern bir tuzak olarak İslam’ı hayatın dışına itme veya çok dar alanlarda parantez içine alma çabasının bir uzantısı olduğuna inanıyorum. Biraz da bu düşünceyle üniversitenin kuruluş aşamasındaki edebiyat fakültesi uygulamasının önemli bir örnek olduğunu düşünüyorum.

Ve gelelim medrese eleştirimize: Bu çalıştayda, kurumsal ve ilmi olmak üzere iki açıdan değerlendirebileceğimiz krizin özellikle ilmi boyutuna yoğunlaşacağız.  Her ne kadar medrese olarak resmi bir statüleri olmasa da en azından illegal görülmeyen medreselerin içinde bulundukları kurumsal krizin oldukça farklı boyutları var. Bu boyutlar medreselerin Kur’an Kursu, müderrislerin imam veya Kur’an kursu hocası olarak atanmalarıyla farklı mecralara taşınmış durumda. Bu şu anda olumlu olarak görünse de uzun vadede bu durumun nereye varacağı meselesinin tartışılması gerekiyor. Veya akademide yer alan medrese mezunlarının  sosyo-psikolojik durumları vb. konuşulması gereken çok konu var.  Ama bunlar kadar tartışılması gereken ilmi hususlar da var. Bunları medreseye yaptığımız eleştiriler bağlamında oldukça kısa bir şekilde şöyle ifade edebiliriz:

1-Belli kitaplara, yazarlara saplanıp kalmak. 2-Değişen zaman içinde kitapların, kanunların, programların, usullerin yeni ihtiyaçları gözetmesi ve değişmesi gerçeğini ihmal etmek. 3-Deneyim, gözlem ve derin işlemlerden çıkarılması gereken bilgiyi çok önceden yazılmış kitaplardan almak. 4- Eleştiriyi terk etmek. 5-Beynelmilel ilişki ağları ve çalışmalardan uzaklaşmak. 6- Araştırmaya ve yazmaya mesafeli olmak. 7-Hayatın her zemininde ihtiyaç hissedilen fıkhi üretimin durması veya yavaşlaması. 8- Medrese ehlinin eleştirileri dikkate almaması

Bütün bunlar medreseye yönelik bir dizi eleştirinin bir kısmını oluşturuyor.

Buna karşılık günümüz bilim paradigmasının köksüzlüğü ya da darmadağınıklığı, bir metafizikten yoksun olması, duygusuzluğu ve yığınsallığı gibi özellikleri karşısında medresenin samimiyeti, tevarüs ettiği ahlaki ruhu bizi etkilemeye devam ediyor.  

Ayrıca şu tespitin altını çizmek gerekiyor: medresenin içinde bulunduğu kriz, biraz önce eleştiri olarak sunduğum bazı özellikler medresenin geleceği açısından önemli bir risk oluşturuyor. İki günlük çalıştayda da bu riskleri ortadan kaldırmaya, en azından azaltmaya yönelik konuları samimi ama bir kadar da ciddi ve pratik çıktıları olacak  bir yaklaşımla konuşalım istiyoruz. Bu sebeple çalıştaya davet ettiğimiz akademisyen ve müderrislerde şu iki özelliğin olmasına dikkat ettik: Hüsn-ü zann ve değişime-gelişime açık olmak.  Sizden önemli bir ricam, betimleyici-tanımlayıcı bir dilden ve yaklaşımdan uzak durmanız. Yani biz akademi nedir, medrese nedir sorularına cevap aramıyoruz. Bu sorulara yıllardır verilmiş çok fazla cevap var. Biz akademi ve medresenin krizlerini nasıl çözeriz sorusunun cevabını arıyoruz. Bu sebeple de her oturuma has sınırlar ve sorular belirledik. Konuşmaların bu çerçeveden olması verimli bir toplantı olmasını sağlar diye düşünüyorum.

Müsaadenizle bu çalışmada emeği geçen herkese teşekkür etmek istiyorum. Fikret Özçelik ve düzenleme kuruluna, Kadim Akademiye, Cihannuma’ya, Medav’a, Umad’a, kıymetli seydalarıma, hocalarıma ve sayın valimize.

Son söz: tüm çabamız rıza-i ilahiyi kazanmaktır. Bu çalıştay da inşallah bunun bir vesilesi olur.

Konuşmaların ardından 3 oturumdan oluşacak ilk gün Çalıştayın 1. Oturumuyla başladı.