SIKIŞMIŞLIK
Kadın!
Günümüz kadını, tarihin mirasıyla modernliğin ithalatı arasında kalmış, yorgun ve arada kalmış bir bilince sahiptir.
Bir yanı, geçmişin ipeğiyle kutsanarak örülmüş; diğer yanı, küresel vitrinlerin ışığında şekillenmiş modern imgelerle kuşatılmıştır.
Bir yanında geleneğin yüklediği roller: iffet, sabır, annelik…
Diğer yanında çağdaş dünyanın cazip vaatleri: özgürlük, güç, bireysellik…
Kadın, iki uç arasında ezilmeden kendine ait bir sesle konuşmaya çalışır.
Ama ne geçmişin sessizliğinde barınabilir, ne de modernliğin gürültüsünde kendini bulabilir.
Sanki iki kıyıya aynı anda bağlı bir sal…
Rüzgârı nereden eserse oraya savruluyor.
Her limana uğramış ama hiçbirine demir atamamış bir gemi gibi…
Her yerden biraz, hiçbir yerden tam değil.
Ne oraya ait, ne buraya!
Erkek mi?
O da aynı denizde başka bir fırtınanın içinde.
Ne geleneğin gölgesinde etkin bir baba, bir eş;
ne de modernliğin çizdiği çerçevede özgürlük ve sorumluluk dengesi kurabilen bir birey.
Bazen ailesi için sorumlu olmak istiyor; ama aynı zamanda kendi özgürlüğünü önceliyor.
Özgürlük diyor ama özgürlüğü başkasına tanımıyor.
Gelenek diyor ama onun yükünü taşımıyor.
Kırık bir aynada kendini seyreden bir kimlik gibi:
Çelişkilerle örülmüş, tutarsızlıkla şekillenmiş…
Ve her adımda biraz daha tükeniyor.
Ve çocuklar…
Çocuklar da bu çağın başka bir muamması.
Hem istiyorlar, hem çabalamıyorlar.
Hem talepleri var, hem sorumluluktan uzaklar.
Özgürlük istiyorlar; ama özgürlüğün yükünü taşımıyorlar.
Ailelerinin şefkatini istiyorlar; ama duygusal zaaflarını da kullanıyorlar.
Ebeveynlerinin otoritesini sorguluyorlar; ama kendi küçük krallıklarını herkese dayatıyorlar.
Bireysellik adı altında büyüyen bencillik, özgüven adı altında büyüyen sorumsuzluk…
Sanki yuva olduğunu unutan serçeler gibi: Uçmak istiyorlar ama kanat çırpmayı öğrenmeden…
Ve yaşadığımız dünya…
Bu içsel çatışmanın büyük bir aynası gibi:
Bir yanında düğün, bir yanında yas; Bir yanında hayat, diğer yanında ölüm…
Sevgiyle nefreti, neşeyle hüznü aynı anda taşıyor omuzlarımızda.
Gülümsemenin bile içinde bir gözyaşı gizli artık.
Toplumun zihni de bireyin iç haritası gibi paramparça dağılmış.
Kimi toprağa tapar gibi sarılıyor geçmişe, onu mutlak değer bellemiş.
Kimi bir tebessümde yeni bir yurt kuruyor kalbinin içinde.
Kimi servet biriktiriyor; kimi bir kelamla dostluklar örüyor zamana…
Bazısı gövdesini büyütmekle meşgul, bazısı kökünü hatırlamakla…
Ve bütün bu karmaşanın içinde, en yüce değer hâlâ para sanılıyor.
Ama aklı ve gönlü uyanmış olanlar bilir:
Para olmadan da alınabilir en değerli şeyler.
Edep alınır mesela.
Bir öğüt.
Bir gönül…
Kadının, erkeğin ve artık çocuğun da kurtuluşu, ne geçmişin katı gölgesine sığınmakta, ne de ithal kimliklerin parıltılı kalıplarına tutunmakta.
Asıl kurtuluş, aklın, kalbin ve iradenin bir ahenk içinde yeniden varlık bulmasındadır.
Ve işte…
O yeniden kurulan kişiliğin;
soluk alabileceği bir iklim,
konuşabileceği bir dil,
yaşayabileceği bir zemin…
Gerçek ihtiyaç tam da budur.
M.Burhan Hedbi